preload preload preload preload

Açlık Kapımızda


28th Nisan 2020 Köşe Yazıları 0 Comments

AÇLIK KAPIMIZDA

Covid-19 Pandemisinin yol açtığı ve açacağı sonuçlar üzerine birçok tahminler yapılmakta, araştırmalarla bilimsel bir öngörü çabası devam etmektedir.

Birçok alanda yazılanlardan en çok ilgimi çeken tarım ve hayvancılık, yani gıda üretimi olmaktadır.

WFP Başkanı David Beasly ve FAO Başkanı Qu Dongyu’nun 2019 yılı sonunda Güvenlik Konseyi’ne sundukları raporla, 2020’de, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen en büyük insani krizle karşı karşıya kalınabileceğine ilişkin bir uyarı yapıldı. Rakamlar korkunç gerçekten; rapora göre 2020 yılına girerken, her akşam 850 milyon kişinin yatağa aç gidiyor ve 55 ülkede ise 135 milyon kişinin açlık kriziyle karşı karşıya durumda. Covid-19 salgınının açlık krizini daha derinleştireceği kesin. Şimdiden yukarıdaki rakamlara 130 milyon kişinin daha eklemesi bekleniyor.

Ergin Yıldızoğlu’nun, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki 27 Nisan tarihli makalesinde bu olası artış için üç tespiti vardır: “Birincisi, virüsle mücadele çabalarından kaynaklanan, ulusal düzeyde karantina, eve kapanma, sosyal mesafe uygulamaları, yaygın iş ve gelir kaybına yol açtı. İkincisi, göçmen işçi dövizlerinde, ihracat gelirlerinde ve petrol fiyatlarındaki ani gerileme birçok ülkede döviz kıtlığı yarattı. Üçüncüsü, virüs salgını, kimi ürünler için ekim, kimileri için hasat mevsimine denk geldi: Tarım üretiminde ve taşımacılığında gıda tedarikini, fiyatlarını etkileyen aksamalar yarattı.”

Bir yandan ekonomik krizin yol açtığı işsizlik ve yoksulluk besine ulaşmayı zorlaştırırken diğer yandan gerek dünyada gerekse ülkemizde uygulanan tarım politikaları ile besin üretiminde, aktarım ve paylaşımında oluşan yetersizlik; iklim krizi ve bölgesel çatışmaların yol açtığı yurtlarını terk etme zorunda kalma krizi ile daha da derinleşmektedir.

Evlere kapandığımız bu günlerde yegane gereksinimimizin besin ve temiz su olduğunu bir kez daha net bir şekilde yaşadık.

Yine bu salgında ülkelerin bir birinin maskelerine el koyduğunu, kendi ürettiği maskeyi stokta fazla olmasına rağmen çok ihtiyacı olan başka ülkelerle paylaşmadığını, ederinden fazla para önerisini bile kabul etmediğini, paranın bu durumda işe yaramadığını gördük.

Bunun birde besin ve su alanında yaşanırsa neler olabileceğinibir düşünün. Paranız olsa bile işe yaramıyor, çünkü besini, suyu satan yok: paranızla baş başa aç ve susuzsunuz.

Yıllardır tarım ve hayvancılığın, besin üretiminin para kazanmaktan çok daha önemli olduğunu; her şeyin önüne konulması gerektiğini yazmaktan birçok klavye aşındı ama bir işe yaramadı.  Görünen o ki ‘bir musibet bin nasihatten iyidir’ sözü yerini bulacak ve besin üretim politikaları kendimize yeterli olacak şekilde tekrar yapılandırılacak; ya da ben öyle görmek istiyor, olmasını diliyorum…

Bundan yaklaşık dört sene önce ülkemiz tarım ve havyacılığı üzerine yazdığım yazıya göz attığımda; tespitlerin güncelliğini yitirmesi bir yana daha da acilleştiğini gördüm

Buyurun, bir de siz karar verin:

“Cumhuriyet Gazetesi “Tarımda Milli Çöküş” başlıklı haberine şöyle başlıyor:  “Hayvan sayısı nüfusun iki katından yarısına indi, buğday ekim alanları 14 yılda 16 milyon dönüm azaldı, üretici yanlış politikalarla üretimden vazgeçirildi ve ithalatın payı arttı.”

1983 yılında, Askeri Yönetimin toplumsal muhalefeti darmaduman ettiği bir ortamda, iktidara gelen Turgut Özal’ın ilk söylediği şeylerden biri köy nüfusunu azaltıp, kent nüfusunu arttırmak gerektiğidir.

Dünyayı kasıp kavuran, ulus devletlerin sınırların transparanlaştırıp, dünyayı neredeyse tek pazar haline getiren neoliberal kapitalist küreselleşmenin ucuz iş gücüne ve çok sayıda tüketiciye ihtiyacı vardı ve finans sektörünün kredi satacağı insanlara…

Kırda yaşayan insanlar büyük ölçüde kendi besinini üretirler, fazlasını da diğer ihtiyaçları için satarlar. Anlayacağınız tüketici olmaktan çok üreticidirler. Bunun yanı sıra sattıkları ihtiyaç fazlası tarım ürünleri yerel pazarı büyük ölçüde doyurur ve endüstriyel tarım ürünlerine pek alan bırakmazlar.

O zaman yapılması gereken kırdan koparıp kentlere akın etmelerini sağlamak; bir taşla iki kuş vurmak: tarım üretimini azaltıp pazar payını arttırmak, ürünlerine tüketici devşirmek ve onları üretmek için de ucuz işgücü…

Bu projenin dünyanın gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere yaygınlaşmasını sağlayan IMF ve Dünya Bankası, görevlerini büyük ölçüde tamamladıkları için artık pek ortada gözükmemektedir.

Proje de basitti. Tarımı destekleyen devlet kuruluşları (SEK, ET-BALIK vb…) özelleştirilecek, tarım ve hayvancılığa yönelik devlet destekleri azaltılacak, hatta kesilecek… Bazı ürünlerin ekimi kısıtlanacak…

Bundan ülkemizin payına neler düştüğünü haberin devamından öğrenelim.

“Türkiye’nin 2000’li yılların başında bile hâlâ kendine yeten birkaç ülkeden biri iken yalnız 15 yılda en önemli kalemlerde bile ithalat yapar hale gelmesi, özellikle yükselen fiyatlarından dolayı artık neredeyse gündemden düşmeyen et başta olmak üzere pek çok üründe dışa bağımlılığın artması gözleri bir kez daha tarım politikalarına çevirdi.”

Tarımsal üretim olarak kendimize yetemeyince neler olmuş onlara da bakalım.

“2010 yılından itibaren önce canlı hayvan, ardından et, sonrasında saman ve kurbanlık hayvan ithalatına izin verildi. Mayıs 2016’ya kadar 272 bin baş damızlık sığır, 1,4 milyon baş damızlık olmayan sığır, 2,2 milyon baş koyun ve keçi ile 211 ton sığır eti ithal edildi. Toplam 4 milyar dolar ödendi. Ancak bu dönemde et fiyatları artmaya devam etti.”

Devam edelim.

“Özellikle tütün ve şeker yasaları ile üretim alanları daraltılan ve emek yoğun söz konusu ürünlerde 400 bin üretici aile 270 bin civarına indi. Geri kalanlar ya mevsimlik işçi ya da işsiz oldu.”

Sonrası…

“2003-2015 yılları arasında Türkiye tarım ve gıda ithalatı için 400 milyar TL ödedi. Türkiye; buğdayını, Rusya, Almanya, Fransa ve Ukrayna’dan temin etti. Arpayı İngiltere ve Hırvatistan’dan sağladı. Samanını Gürcistan’dan aldı. Pamuğunu ABD, Yunanistan, Türkmenistan ve Hindistan’dan getirdi. Soyayı Arjantin’den, mısırını ABD, Arjantin ve Brezilya’dan ithal etti. Çeltik ve pirincini ABD, Vietnam, İtalya ve Tayland’dan sağladı. Mısır ve Çin’den kuru fasulye aldı Kanada’dan yeşil mercimek ve nohut ithal etti. ABD, Ukrayna ve Kanada’dan bezelyesini, Bulgaristan’dan kurbanlık koyun, Şili, Uruguay ve Fransa’dan büyükbaş hayvan, Bosna ve Hersek’ten lop et ithal etti.”

Ve 1983 den bu yana gelinen nokta…

Kentleri, kırdan adeta kovulanlar tarafından ağzına kadar doldurulmuş ve adeta devasa köylere dönüşmüş, yoksullaşan, açlık sınırında yaşayanların gün be gün arttığı; kendine yetecek besini üretemeyen, çok uluslu şirketlerin endüstriyel tarımının açık pazarı bir ülke: Türkiye…

Çözüm karmaşık ama mümkün; ilk adım bizi buraya getiren şeylerin tam tersini yaparak atılabilir…”

Adımlarımızı vakit kaybetmeden, hemen atmalıyız; açlığın ayak sesleri çok yaklaşmadan, açlığın yaşatabileceği kişisel ve toplumsal acıları daha yaşamadan…

Dr. Nedim İnce

Ayvalık / 28. 04. 2020

  • Yorum Yaz

    * Required
    ** Email