preload preload preload preload

Hayat İşte


10th Ocak 2023 Köşe Yazıları 0 Comments

Mahalleden arkadaşımdı. İlkokulda benden birkaç sınıf büyüktü. Daha o yaşlarda saçları sapsarıydı. Teni de saçlarıyla yarışıyordu aynı renk için. Sessizdi, oyunlara çok katılmıyor, teneffüslerde bir kenarda oturup çığlık çığlıya oynayanları seyrediyordu.

Ben de pek oyuncu sayılmazdım. Okul bahçesinde zaman zaman tek başıma dolaşmayı severdim. Böyle anlardan birinde, öğle tatilinde, arkadaşlarım hadi gel top oynayalım dediler. Şaşırmıştım. Beni pek aralarına almazlar, oyunlarına katmazlardı. Nedenini hala bilmiyorum. Öyle kavgacı biri değildim. Becerikli de sayılmazdım. Kendimi öyle görüyordum. Evde sürekli beceriksizlikle suçlanmam gerçekten beceriksizliğimden miydi, yoksa suçlanmayı haklı çıkarmak için mi beceriksizdim…

Hiçbir zaman bilemedim.

Top oynamayı sevinçle kabul ederek aralarına katıldım. Bizim takım iyi oynuyordu. Kendime şaşırıyordum. Neşe içinde oradan oraya koşuyor, kaleye gol atmaya gelenlerin başına bela oluyordum. Anlayacağınız coştukça coşuyordum. Yine gol atmıştık ve bir birlerimizle sarmaş dolaş olmuştuk. Ben sahadaki yerime geçerken takım kaptanı seslendi, oyundan çık, eksik oyuncumuz geldi.

Ne diyeceğimi bilemedim, bırak beceriksiz, bir işe yaramazsın, deyip elimden yaptığım işi aldıklarında olduğu gibi.  Usulca aralarından ayrıldım. Gözüme dolan yaşlardan önümü göremiyordum. Ayağım bir şeye takıldı. Bizi seyreden ve arada bana tezahürat yapan o sarı çocuğun ayağıymış yanından geçerken uzattığı. Gel, dedi, otur yanıma.

Oturdum. Ne konuştuk anımsamıyorum. Anımsadığım konuştukça boğazımdaki düğümün çözüldüğüydü.

O günden sonra teneffüslerde otururken yalnız değildi. Çoğunlukla ben de ona katılıyordum. Oynayanları seyrediyor, bazen de bir birimizle laflıyorduk. Bazen de sınıf kitaplığından aldığım hikaye kitaplarını okuyorduk.

Aynı mahallede oturmamıza ve bir birimizden haberdar olmamıza rağmen o ilk konuştuğumuz güne kadar bir iletişimimiz olmamıştı. Onun hakkında göz aşinalığı dışında bir bilgim yoktu. O beni tanıyormuş. Şaşırdım desem yalan olur. Mahallenin bakkalının oğlu olarak neredeyse her çocuk tanıdır beni. Okul sonrası babama yardım ederken küçük büyük herkesle karşılaşır, siparişlerini verir, bazılarını da evlerine kadar götürürdüm.

Sonra o sarı çocuğu bakkalda hiç görmediğimi anımsadım. Öyle beni nereden tanıdığı merakıyla yüzüne baktım. Bahçede tek başına dolaşman, arada eline bir kitap alıp bir köşeye çekilmen dikkatimi çekti ve sınıfındaki arkadaşlarına sordum seni, dedi.

Bir gün okul çıkışı hadi gel bize gidelim, dedim. İtiraz etmedi. Eve girdiğimizde o an anlam veremediğim gözlerindeki şaşkınlığı bu gün bile anımsıyorum. Karnımız açtı. Beraber bir şeyler yedik. Bir süre sonra annem, hadi dükkana, dedi. Birlikte bakkal dükkanına gittik. Babam arkadaşıma gözlüklerin altından bir bakış fırlattı ve ardından, nerede kaldın, diye öfke, yorgunluk karışımı bir sesle işe başlama işaretini verdi.

Başka bir gün arkadaşıma okul çıkışı evinize gidelim dedim. Yüzünü bir hüzün kapladı. Baban kızar, sen dükkana git, dedi. Zaten ne yaparsam yapayım kızıyor, dedim. Peki, dedi, hadi gidelim.

Git git bitmeyen bir yoldan sonra, mahallenin kırlara dayanan sokağında yıkılsam mı diye düşünen viran bir evin önüne geldik. Kapıyı iterek içeri girdik. O zaman bizim evde gözlerine oturan şaşkınlığın nedenini anladım.

Bir kapıyla bir bir birine açılan iki küçük oda. Odanın bir köşesinde içinde birkaç eğri büğrü tencere, birkaç tabak, isten kararmış tava olan bir tel dolap ve yanında mutfak tezgahı gibi kullanıldığı anlaşılan eski bir masa, masanın üzerinde küçük bir piknik tüp Yerde eskimiş hasırlar. Ayakları paslanmaya yüz tutmuş iki kişilik bir somya ve bir tahta sedir. Sedirin bir ucuna yığılmış yer yatakları ve yorganlar.

Evde kimse yoktu. Çantasını bıraktı ve hadi gel dışarı çıkalım, dedi. Evdekiler nerede, diye sordum. Hepsi işteymiş.

İlkokul bitirdikten sonra görüşmez olduk. Bir gün evine görmeye gittim. Evde yoktu. Sokakta onu sorduğum çocuktan, işte olduğunu, bir marangozun yanında çırak olarak çalıştığını öğrendim.

İlkokul bitti. Ortaokula yazdırdı babam. İster oku, ister okuma sen bilirsin, bu dükkandan kurtuluşun ancak okumakla…

O dükkanda kalmak istemiyordum, hele babamla yan yana bütün gün ve her gün…

Düşündükçe ruhum sıkılıyordu.

Zaten oyunda gözüm yoktu. Hikaye kitapları yanında ders kitapları da arkadaşım oldu. Sevdik bir birimizi. Ortaokulda bu beceriksiz ben başarılı bir öğrenci oldum. Okulu birinci bitirdim. Kasabanın lisesi yoktu artık gözümde. Parasız yatılı lise sınavına girdim. Kazandım.

Artık mutluydum. O dükkandan kurtulacaktım ve de o kasabadan. İstediğim üniversiteyi kazanma şansım da artmıştı.

Yazın son günleri, sayılı gün kalmıştı gitmeme, dükkan artık bunaltmıyordu beni.

Bir gün dükkan kapısından eğilip giren sarı bir baş göründü; arkasından da daha da uzamış, uzadıkça kamburu çıkmış, zayıf bedeniyle arkadaşım.  Senelerdir görmüyordum. Sarıldık bir birimize.

Talaş kokuyordu.

Gidecekmişsin bu kasabadan, dedi. Evet, dedim. İstanbul’a gidiyorum, parasız yatılıya. Sevindim, dedi. Ben de gidiyorum, daha büyük bir kasabada bir lokantada iş buldum. Yolunun üzeri geçerken uğra.

O yoluna ben yoluma…

Büyük kent, büyük okul, ülkenin birçok yerinden gelmiş birçok arkadaş…

Özlenen ev, kasaba hatta dükkan…

Gün günü, ay ayı kovaladı.

Kasabadan okula döndüğüm bir gün zamanım denk geldi. Arkadaşımın dediği lokantaya gittim. Oradan ayrıldığını, bir başka lokantaya gittiğini söylediler.

Artık kafaya koymuştum. Arkadaşımı görecektim. Sora sora buldum lokantayı ve sordum onu. Orta halli bir kasaba lokantası, tahta masa sandalyeli, muşamba örtülü bir masaya oturdum.

İçeriden önce sesi geldi, kucaklaşmak için kalktım sesin geldiği kapıya yöneldim. Kucaklayamadım. Ayaklarında çizme, önünde ıslak, muşambadan büyük bir bulaşıkçı önlüğüyle çıktı geldi karşıma. Biraz daha uzamış, biraz daha zayıflamış, biraz daha kamburu çıkmış, biraz daha solmuştu.

O oturmayınca ben de ayakta kalmayı sürdürdüm. İlk lokantada garson olarak işe başlamış. Bir süre sonra patron onu kapı dışarı etmiş, bir tanıdığını almış yerine. Bulduğu iş bu olmuş. Mahcup, suçlanmış bir edayla, önüne bakarak bir solukta anlattı tüm başından geçenleri.

Ayrılma zamanı geldi. Göz göze geldik. Buğulanmış gözlerle bir birimizi buzlu camın arkasından görür gibiydik.

Ona doğru yürüdüm. Sıkı sıkı sarıldım.

Onu son görüşümmüş. Kısa bir süre sonra oradan da ayrılmış iz bırakmamacasına…

Bugün bile o an çok canlı belleğimde, o kadar ki aklıma geldiğinde hala gözlerim buğulanır.

Nedim İnce

Ayvalık /09. 01. 2022

  • Yorum Yaz

    * Required
    ** Email