Sık duyduğumuz hatta zaman zaman da kullandığımız bir ifadedir; “Bana hikaye anlatma!”
Burada anlatılanın gerçekle olan bağlantısından, gerçeği ne kadar temsil ettiğinden duyduğumuz kuşkuyu dile getiririz.
Farkında olmadan bir şey daha yaparız; anlattığımız yaşamımızı, kurgulayarak dile getirdiğimizi, yaşadıklarımızı tam anlamıyla temsil etmediğini hissettiğimizi de söylemiş oluruz.
Hayatımızda bazı şeylerle başa çıkmakta zorlandığımız anlarda, sadece fiziksel sonuçlarla karşılaşmayız, duygusal olarak da bunalır, gerilir, yıpranırız. Bu sorunu çözmemizi daha da zorlaştırır.
Çözüm ararız:
Kestirmeden gider, çözüm yerine alkol ve benzeri şeylerle sorunu ve sonuçlarını unutmaya çalışırız.
Sorunu görmezden gelir, sonuçlarına katlanır, duygusal yükünü içimize gömeriz.
Arkadaşımıza, dostumuza anlatır, çözüm arar, en azından rahatlamaya çalışırız.
Bazılarımız da terapiste gideriz.
Onlara ‘hikaye’ anlatırız.
Onlar da hikayelerimizden sorunun ne olduğunu anlamaya, bizim anlamamızı sağlamaya ve sorunu kendimizin çözmesine rehberlik etmeye gayret ederler.
Mine Özgüzel de klinik psikolog olarak senelerdir danışanlarının hikayelerini dinleyerek onlara varoluşçu terapi yöntemiyle rehberlik eden bir terapist.
Mine Özgüzel, sadece bir terapist değil aynı zamanda bir yazar.
Edebiyat ve felsefeyle zenginleştirdiği mesleki yaşamına bir zenginlik daha katarak önce edebiyat ile harmanladığı terapisini anlatan ‘Edebiyat Terapi’ kitabını yazdı ve ardından da terapinin ana taşıyıcısı hikayelerin işlevini ve gücünü gözler önüne seren ‘Yaşam Hikaye mi’ kitabını kaleme aldı.
Doğan Kitap’tan çıkan son kitabını neden yazdığını şu satırlarından anlamamız mümkün:
“Hepimiz, geçmişimiz ve çocukluk yıllarıyla yüzleşmeyi sevmeyen, hatırlamak istemeyen bir yapının içinde bugünü, yaşamımızı geçmişimiz yokmuş gibi sadece şimdimizin içinde yaşamak isteriz ve de yaşarız. Şimdinin üzerinden anlatırız, konuşur, tartışırız. Böyle yaşar gideriz. Sanki tek gerçeğimiz buymuş gibi. Gerçeği olmayan hikaye yazdığımızdan habersiz anlatır, anlatır, yaşar, yazarız.”
Yaşadığımız hayatı kendimize ve başkasına anlatırken yazdığımız hikayeyi kullanırız. Bu hikaye biriciktir, bize özgüdür. Aynı şeyi yaşayan iki kişinin, aynı yaşantıyı anlattıkları hikayelerin farklı oluşlarından bu özgünlüğü rahatlıkla görebiliriz.
Yazdığımız hikaye, yaşadıklarımızın hikayesi gibi dursa da çoğunlukla yaşamak istediğimiz şeylerle çarpıtılmıştır. Biz bunu kendi gerçeğimiz kabul eder, hayallerimizi ve umutlarımızı bunun içinden çıkarır, şimdimizi yazdığımız hikayeye göre yaşarken, geleceğimizi de buna göre şekillendiririz.
Mine Özgüzel kitabında bunu nasıl yaptığımızı anlatmakta. Kendimizden kaçmak, kendimizle yüzleşmeden uzak durmak için yazdığımız hikayeler içinden kendimize yol açmak ve o yoldan yürümeye cesaretlendirmek için neler yaptığını kaleme almaktadır.
Kitap, başlarken bölümünü saymazsak başlıca dört bölümdenoluşuyor.
Hayatımızın hikayesi bölümünde, hikayeleştirmenin yaşamımızdaki yerini, önemini ve işlevini anlatılıyor.
Bunu danışanlarının hikayelerinin tümünü temsil edecek şekilde seçilen yirmi bir görüşmeyi ve analizini içeren“Vakalar” adlı ikinci bölümü izliyor.
Üçüncü bölüm ise “Anlatımlar ve dinlemeler”. Buradaanlatımlarımızın önemini, yapılan otantik dinlemeyle, nasıl kendimizi duymamızın sağlanabildiği, kendimize giden yolda yürümek için verilen cesaret, kendimizi özgürleştirmek için anlatımlarımızdaki satır aralarının nasıl kullanıldığıbilgileri yer alıyor.
Dördüncü ve son bölüm olan “Terapiler” de ise kendimizi yeniden yaratmak için gittiğimiz terapilerde, nasıl yetersizlikten yeterliliğe dönüştüğümüzden söz ediliyor.
Kısa ama etkili bir kaynakçaya da sahip olan bu kitapta, Mine Özgüzel bu kadar çok şeyi akıcı ve anlaşılır bir diller 140 sayfaya sığdırma becerisini gösteriyor.
Bu kitabı okuyunca dünyam değişmedi ama kendime yolculukta iyi bir rehberlik aldım.
Darısı okuyacak diğer okuyuculara…
Nedim İnce
Hasanbey / 26. 02. 2024
Son Yorumlar