preload preload preload preload

Yaşamak Yavaş Doğmaktır


21st Nisan 2020 Köşe Yazıları 0 Comments

YAŞAMAK YAVAŞ DOĞMAKTIR

Covid-19 günlerinde insandan insana dünyayı turlayan ve yerleştiği insanların bir kısmına ağrı acılar çektirirken bir kısmını da öldüren Corona virüsünün yolculuğunu zorlaştırmak, daha fazla insana ulaşmasını engellemek için hayat olabildiğince yavaşlatıldı; üstelik dünya çapında…

Artık havada uçaklar, denizlerde cruisler, yollarda özel otolar çok azaldı. İnsanların büyük bir kısmı evlerinde ‘böyle de yaşanıyormuş’ duyguları içinde sessiz, sakin ve zaman baskısı olmadan yaşamlarını sürdürüyorlar.

Hayatın doyumunda;koşuşturmanın, çok çalışmanın, çok tüketmenin o kadar de elzem olmadığını görmeye başladılar. Kendilerine, sevdiklerine ve çocuklarına daha yakında bakma fırsatı buluyorlar ayırdıkları daha fazla zamanla ve daha yakından tanıyorlar kendilerini ve birbirlerini…

Daha fazla okuyup, daha fazla sohbet etmenin tadını çıkarıyorlar.

Saate daha seyrek bakılırken bazen günlerden hangi gün olduğu bile unutuluyor evden dışarı çıkmayanlar tarafından.

Azalan tüketim sonucunda daha temiz bir havayı soluduğumuzu fark ediyor, kentler üzerindeki smog denen kirli havadan oluşan sisin kalktığını görüyoruz.

Kısaca hayatı yavaşlatmanın insan yaşam kalitesini arttırdığına tanıklık ediyoruz; azalan çevre kirliliğiyle birlikte…

On seneyi aşkın bir zaman önce tüketim çılgınlığının körüklediği hızlı hayata karşı yazdığım bir yazıyı tekrar paylaşmanın zamanı geldi sanırım.

Buyrun:

“Deniz sporlarından yelkenciliğin ne olduğunu anlatmak için uzun süredir kullandığım bir ifadevar.

İnsanların günümüzde hele de kentlerde büyük bir zaman baskısı içinde olduklarınıdüşünürüm hep. Bunun da insanları gerdiğini, ruh sağlığını ve dolayısıyla fiziksel sağlığını olumsuzetkilediğini ileri sürerim. İşte yelken sporunu tam da bu yönde devreye girdiğini söylerim.

Ve şöyle derim:

“Yelken insanın modern yaşamdan kaynaklanan zaman baskısının ilacıdır. Yelken ile denizeaçıldığınızda saniyeler dakika, dakikalar saat, saatler gün, günler hafta, haftalar ay, aylar yıl olur”

Ben bunları düşünür çevremdeki insanlarla, medya ile paylaşırken bir gün bir öykü geçtielime; oldukça kısa:

“Avrupalı gezginciler kendilerine göre gizemli sayılacak bir coğrafyada doğa gezisine çıkarlar.

Rehber ve yardımcı olarak da yanlarına o bölgenin insanlarını alırlar. Yürüyüşün bir yerinde rehber veyardımcılar aniden durup otururlar. Avrupalı gezginciler hem şaşırır hem de huysuzlanırlar.

-Neden durdunuz? Kamp yerine daha varmadık, derler.

Aldıkları yanıt onları daha da şaşırtır:

-Çok hızlı yürüdük, ruhlarımız arkada kaldı, onların bize yetişmelerini bekliyoruz.

Yaşamın, içine nüfuz etmeden, çabuk ve yüzeysel tüketilmesinde başkalarının darahatsız olduğunu anlamamı sağlamıştı bu öykü.

Ben böyle düşünür ve çevremle bunu bu şekilde paylaşırken Denizce İnternet sitesindeTübitak’ın Bilim ve Teknik Dergisi Ekim sayısından aktarılan bir yazı ile karşılaştım. Gizem Karlılar’ınkaleme aldığı; St. Exupery’nin ki “Küçük Prensin” yazarıdır, ‘yaşamak yavaş yavaş doğmaktır’ sözü ilebaşladığı makalenin adı “Yavaşlama Zamanı” idi.

“Yaşantımız her geçen gün daha da hızlanıyor. Hayatın hızlanmasıyla birlikte kendimizeayırdığımız zaman günlük programımız içinde giderek daha az yer kaplıyor. “İleri al” tuşuna basılmışgibi yaşamaktan başka yol olmadığını düşünüyoruz. Bu noktada çoğumuz bu telaştan uzaklaşıp birnefes almak istiyoruz. Sizce de biraz yavaşlamak iyi olmaz mıydı?”

Yazının bu giriş paragrafını bir süre sonra hızlı yaşanan hayatın yarattığı etkilerini tanımlayankısmı takip ediyor.

“Eğer vücudumuzun bize gönderdiği “yavaşla” sinyallerini -ufak ama tekrarlayan sağlıkproblemleri- umursamadan yaşamaya devam edersek kendimizi hızlı ve stresli hayatımızınsonuçlarıyla karşı karşıya bulabiliriz. Stresli bir hayatın biyolojik bedeli kalp-damar hastalıkları ve diğersistemik hastalıklara yakalanma riskinin artması ve hatta yeni araştırmalara göre yaşlanmanınhızlanması olarak gösteriliyor. Yönetilmeyen stresin psikolojik bedelleri ise kaygı, depresyon, yemebozuklukları ve diğer ruhsal hastalıklar.”

Ve “zaman hastalığı” diye yeni bir kavramla tanıştırır bizi.

“Dünyanın birçok yerinde insanlar işleyen bir saate karşı yarıştıklarını varsayarak günlük programlarınıetkinliklerle ne kadar çok doldururlarsa, kendilerine ne kadar az zaman ayırırlarsa onlar için o kadariyi olacağına inanıyorlar. Bu olgu “zaman hastalığı” diye tanımlanıyor ve filozoflara görehayatlarımızın bu hızlı akışı ‘yoksulluğun yeni bir türü’”.

Hızlı yaşamanın sadece insanları değil çevreyi de hırpaladığını öğreniyoruz.

“Ekonomilerin gelişme kaydetmesi için daha çok üretimi daha verimli olarak yapmaya odaklanmış işalanları farkında olmadan da olsa çevreyi kötü yönde etkiliyor. İşyerinde çalışma saatleri arttıkçatüketilen enerji miktarları da artıyor ve karbon salımının artışıyla birlikte doğaya daha çok zararveriyoruz. Şu an dünyada harcanan enerjinin % 15-% 20 oranında artması karbon emiliminiarttıracağından, ortalama hava sıcaklıklarının 1 ila 2 °C yükselmesine, yani küresel ısınmaya katkıdabulunabilir.”

Bu yaşam tarzına karşı geliştirilen “Yavaşlama Hareketi” projesinin destekçilerinden olan NorveçliProfesör Guttorm Fløistad’ın sözlerine kulak verelim: “Kesin olan tek şey her şeyin değişiyor olması. Değişim hızı giderek artıyor; buna ayak uydurmakistiyorsanız hızlanmak sizin için doğru bir seçim olacaktır diye düşünebilirsiniz ancakbuna karşılık ihtiyaçlarımızındeğişmediğini hatırlatmakta fayda var. Fark edilmek, takdir edilmek, yakınlık hissetmek veönemsenmek insanın kendini bir yere, kişiye veya nesneye ait hissetmesini sağlayan olgulardır. Buihtiyaçlar, ancak insan ilişkilerinde yavaşlama sağlanırsa giderilebilir. Değişimin üstesinden gelebilmekiçin yavaş olmayı, derinlemesine düşünmeyi ve birlikte olmayı geri kazanmamız gerekli. Ancak buşekilde gerçekten kendimizi yenileyebiliriz.”

Ne dersiniz?!

Atalarımız “Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın” derken çok önceleri bizi uyarıyor olabilirlermiydi?”

Nedim İnce

Altınoluk / 21. 04. 2020

  • Yorum Yaz

    * Required
    ** Email