Ressam olmadığınıza hayıflandığınız zamanlar oldu mu hiç?!.
Benim Oldu…
Bu öyle çok güzel bir tablo karşısında “bu tabloyu ben neden yapamadım?” hasetliği ile ilgili değil…
Onu yapan yapmış zaten…
Demirden gelen demire giden bir yelkenli teknem vardı bir zamanlar: Hülyam. Bazı günler yelken seyrine çıkar, Mersin’i denizden seyretme fırsatı yakalardım. Yelken seyri günle gecenin nöbet değiştirdiği zamanlara kadar uzayınca, işte o zaman ressam olmadığıma hayıflandığım anlar da gelmiş oluyordu.
Güneşin ufka yaklaşması ile başlayan renk cümbüşü, dağların ardından kaybolduğunda daha da bir coşuyor; gecenin karanlığı bastıkça yaylalardaki yerleşimlerin göz kırpan ışıklarıyla süslenmiş dağlar, siluetleriyle daha bir heybetleşiyor ve kentin ışıklarına gökyüzündeki yıldızların eşlik etmesiyle ortaya sözle anlatılması mümkün olmayan bir manzaralar serisi çıkıyordu.
Gel de bunu duygularınla yoğurarak tuvale resmedemediğine; coşan renklerle coşmuş ruhunun renklerini de buna katarak, tuvali boyayamadığına yanma…
Gel de bir duygu seliyle beyninin derinliklerine kaydettiğin bu görüntüleri kalıcı kılacak, ona bakacak kişilere de aktararak yeni duygu fırtınalara yaratacak bu beceri yoksunluğuna hayıflanma…
Güneş yavaş yavaş Kaz Dağları’nın arkasına doğru çekilip ışığın gücü azalırken, görüş alanındaki manzarayı oluşturan tüm nesnelerin keskin sınırlarının kaybolmaya başladığı sıralarda, bunları düşünüyordum bir akşamüstü Altınoluk’ta evin balkonunda.
Derken Güneş dağların arkasına saklanmaya ve gökyüzü açık Mavi’den git gide koyu Mavi’ye doğru gitmeye başladı. Mavi Lacivert’e döndü ama orada durmadı: koyu Lacivert ardından Kurşuni, derken gittikçe koyulaşan Gri ve karanlık…
Güneşi battığı dağların ufuklarında ise Kırmızı’dan Kızıl’a oradan da Pembeye ve sonrasında gökyüzünün renklerine karışan başka bir renk cümbüşü yaşanıyordu.
Körfezin karşısındaki ufuk çizgisini oluşturan dağlar da boş durmuyordu. Dağlar renkten renge girerken bunla yetinmiyor, ufuk çizgisindeki gökyüzüne de yansıtıyordu bu değişimleri. Ufuk çizgisindeki Pembe bir kuşağın üzerine açık Mavi bir bant oturmuş, kendisinin de üzerindeki Lacivert’e göz kırpıyor; Lacivert, karanlığa karışan Griler içinde kaybolup gidiyordu…
Deniz de büyük bir istekle işin içine giriyor, kâh gökyüzünden yansıyan renklerle coşuyor, kâh renklerini gökyüzüne hediye ediyordu.
Poseidon bu manzarayı es geçer mi? Tabii ki hayır… Hafiften üfleyerek denizin bazı bölgelerini ürpertiyor ve beraberinde başka bir renge boyanmasını sağlıyor ve de bunu bıkmadan körfezin değişik kısımlarında tekrarlıyordu.
Hava karardıkça körfezin karşı kıyılarında önce utangaç ışıklar göz kırpamaya başlıyor, sonra cesaretini toplayıp, siluetleri gittikçe soluklaşan dağların eteklerini, göz alıcı elmas bir gerdanlık gibi süslüyordu.
Bunlar olurken yüzümü tekrar gökyüzüne çevirdiğimde yıldızlarla bezendiğini gördüm. Her karanlıkta bir ışık, her çaresizlikte bir umut olduğunu söylüyorlardı bana. Ve sınır tanımayan bir özgürlük hissi duyumsatıyorlardı.
Bir saati aşkın süren, her saniyesini yudum yudum beynime yerleştirerek adeta sarhoş olduğum bu muhteşem manzaralar karşısında gel de ressam olmadığına bir kez daha hayıflanma…
Dr. Nedim İnce
Altınoluk / 04.10. 2016
Son yorumlar