Son yıllarda maden şirketleri ormanlarımızı, dağlarımızı delik deşik ederek ülkemizin altını üstüne getirdiler.
Yer altı zenginliklerimizin yer üstüne çıkarılıp değerlendirilmesi, refaha katkı sunmasının sağlanması tabii ki istenen bir şey. Nitekim son yoğunlaşan madencilik faaliyetleri de bu gerçeğin ışığında savunulmaktadır maden şirketleri ve onların çalışma alan ve koşullarını genişleten hükümet tarafından.
Madenlerin işletilmesi ve işlenmesiyle elde edilen ekonomik getiriye odaklanırsak sadece; denecek bir şey kalmıyor.
Kalmıyor da; ne yazık ki gerçek o kadar basit değil.
Madenler dağlarda, ormanlık alanlarda bulunuyor. Buralar da temiz su, temiz hava kaynakları ve aynı zamanda bizim de sağlıklı yaşamamızı sağlayan doğal dengeyi var eden birçok bitki ve hayvanın yaşam alanları…
Madencilik faaliyeti doğası gereği tabiatı değiştirmek zorunda; ağaç kesmek, atık oluşturmak, toz ve zararlı partikülleri atmosfere salmak, kimyasal kullanmak gibi…
Bu değişikliklerin çoğu tabiatın aleyhinedir.
Maden çıkarımından elde edilecek kazanç, tabiata dolayısıyla onun bağrındaki bitki, hayvan ve insana ödetilen bedelden çok daha az olması koşuluyla ancak maden şirketlerinin ve hükümetin savunusu yaşamda gerçek yerini bulmuş olur.
Neoliberal politikaları benimseyip küreselleşmeyi savunanlar; Albert J. Dunlop’ın ifade ettiği bir cümleyi çok sevmektedirler: “Bir şirket, ne çalışanlarına, ne hizmet verdiklerine, ne de kurulduğu yöreye aittir. Şirket ona yatırım yapmış insanlara aittir.”
Zygmunt Bauman, “Küreselleşme- Toplumsal Sonuçları” kitabına koyduğu bu alıntıyı ilerleyen satırlarda yorumlamaktadır: “…salt bir yasal mülkiyet meselesinden başka bir şey olamayan basit bir aidiyet sorunu değildi elbet. Dunlap’ın aklında, her şeyden önce, tümcenin geri kalan kısmında ima edilen şey vardı: Çalışanların, hizmet verilenlerin ve toplumun sözcülerinin ‘yatırım yapan insan’ların alabilecekleri kararlarda söz hakları yoktur…”
Yine kitabın, bu sefer ilerleyen sayfalarından, uzunca bir alıntı daha: “Şirketin işlerinin yürütülmesinde söz sahibi olanlar arasında, yalnızca ‘yatırım yapan insan’lar (hisse sahipleri) hiçbir mekana bağlı değildir; onlar herhangi bir borsadan ya da aracı kurumdan hisse satın alabilirler. Muhtemelen de şirketin coğrafi uzaklığı ya da yakınlığı alım satım kararında en az gözettikleri bir özellik olacaktır. İlke olarak, hissedarların dağılımında mekana bağlı hiçbir şey yoktur. Onlar mekansal belirlenimden sahiden kurtulan biricik faktördürler. Ve şirket onlara, yalnızca onlara ‘aittir’. Dolayısıyla yerellerin başına kalacak olan yara sarma, hasar tamiratı ve atık boşaltma gibi bütün kaygıları bir kenara bırakarak, şirket gözlerine kestirdikleri ya da daha yüksek bir kazanç şansı gördükleri herhangi bir yere taşımak onlara kalmıştır. Şirket taşınmakta özgürdür; ancak taşınmanın sonuçları kalıcıdır.”
Tüm bu alıntılardan sonra madencilik faaliyetlerinin neden çevreye bırakacağı hasarı hesaba katmadan yapıldığını daha rahat anlayabiliyoruz.
Ülkemizin birçok yerinde olduğu gibi Kaz Dağlarının ve Biga Yarımadasının üzerinde, bu coğrafyada yaşayan bitki, hayvan ve insanları pek de umursamadan yapılan madencilik faaliyetlerinin, termik enerji santrallerinin; çevre halkının tüm itirazlarına rağmen neden hayata geçtiğini kavrayabiliyoruz.
Bu kavrayışla, kendimizi ve geleceğimizi, börtü böceği, ormanları, bitkileri koruyabilmenin yolunun yerel mücadelenin yanı sıra politik mücadeleden geçtiğini görebiliriz.
Şirketlerin karar almalarına katılamayız ama bir nebze belirleme şansımız olan siyasi iktidarın kararlarını etkileyebilir; şirketlerin, çevreye, halka zarar vermeden faaliyetlerini sürdürmelerini sağlayabiliriz.
Gerek bölgesinde tabiat için her türlü mücadeleyi veren gerekse yasal ve politik savaşımda emek veren, bedel ödeyen kişilere, derneklere, platformlara, sendikalara, meslek odalarına ve kurumlara selam olsun!..
Dr. Nedim İnce
Altınoluk / 05. 09. 2017
Son yorumlar