80’li yılların ikinci yarısından itibaren çok yaygın bir “küreselleşme” lafı duymaya başladık. Bu bize; ulus devletlerin böldüğü dünyanın sonuna geldiğimizi, artık sınırlara ihtiyaç kalmadığı, dünya yurttaşlığına doğru gidildiği kandırmacası ile benimsetilmeye çalışıldı. Bununla da yetinilmedi toplumdaki sermaye ve emekçi sınıflarının kalmadığı, insanların etnik, dini, sosyal, bölgesel kimliklerinin yaşamın tek gerçeği olduğuna sürekli vurgu yapıldı.
Doğru, “küreselleşme” ile Dünya küçük bir köy haline geldi. Teknolojik gelişmelerin akıllara durgunluk verecek hızıyla bu daha da kolaylaştı. Neredeyse dünyanın en ücra köşesindeki bir olayı anında öğrenme koşullarına sahip olduk. Bunun yanı sıra uydudan yapılan televizyon yayınları ile tüketim tipi yaşam tarzından yer kürenin dört bir yanı haberdar oldu. Bunu neredeyse tek seçenek olarak kabul eder oldu.
Aslında “küreselleşen” sermaye idi. Üstelik Kapitalizm, uç verdiği ilk yıllarında kullandığı ilkel birikimin çok daha ötesinde bir gözü karalıkla tüm dünyaya saldırıyordu. Gezegenimizin tüm kaynaklarını doymak bilmez bir iştah ile yağmalarken, insanlarda bundan nasibini alıyordu.
Yayıldığı her kıyıda, köşede kendi kurallarını, yaşam tarzlarını dayatıyordu; üstelik başka bir seçenek olmadığını savlayarak. Binlerce senede birikmiş, insanların bir arada yaşamasının harçları olmuş tüm değerleri tarumar ederek; gerek insanı çırılçıplak bıraktı, derin bir kriz içine itti, gerekse toplumları derinden sarstı.
Üretim için ucuz insan emeğine ihtiyaç duyarken, yağmaladığı ve ucuza ürettirdiği malları satmak için yine insana gereksinim duyduğundan; onları bir tüketim aracında da dönüştürdü. Kredi verme koşullarını kolaylaştırdı; sadece anlık değil çok senelik kazanmaları olası ücretlerini de harcamalarını sağladı.
Elinden tüm değerleri aldığı insanlarda, boşalan alanı sadece bir şeyle doldurdu: “Haz”. Bu da kapitalizmin sağladığı ürün ve olanakları tüketerek kolayca elde edilebiliyordu. Artık bu hazzı yaşamak için tüketim; bunu gerçekleştirebilmek için sorgusuz, sualsiz, sorgulamasız delice çalışmak; hayatın tek amacı, tek değeri oldu.
Ama bir sorun vardı. Kapitalizm özü gereği sömürücüydü, biriktiriciydi ve başkasının elindekini alarak, onu yoksullaştırarak bunu yapabiliyordu. Haz müptelası olan insanların önemli bir kısmı bir süre sonra bunu elde edemez oldular, sürdürebilenlerde ise tolerans gelişti, daha çok tüketmenin sarmalına kapıldı gitti.
Çok daha fazla sayıda insanın yoksulluğu, kırıntılarla yetinmesine mecbur bırakırken; medya neler kaçırdıklarını ballandıra ballandıra gözlerinin, beyinlerinin içine soktu.
Ergin Yıldızoğlu’nun Cumhuriyet Gazetesindeki bir makalesinde belirttiği gibi insanların dünyaya bakışı, dünyayı algılayışı iki ana başlığa indirgendi bu koşullar sonucu.
Birincisinde bu hayatta kendini “biricik” kabul edip, yaşamda her türlü hazzı hak ettiğini, her şeyin bu dünyada olup bittiğini düşünen, bunun için çılgınca çalışıp çılgınca tüketen, kendisinden başka hiçbir şeyin umurunda olmadığı insanlar; “Dünya yansa hasırı yanmazlar” yer alıyor.
İkincisinde bu dünyadan umudunu kesmiş; bu dünyadan, insanlardan, hayattan nefret eden; umudunu ölümden sonra var olduğunu düşündüğü öbür dünyaya taşıyanlar yer alıyor. Kendi yaşamlarının değeri olmadığı gibi başkalarının da yaşamı değersizleşiyor ve çok kıyıcı bir potansiyele sahip olabiliyorlar. Bu durumda onların da dünyayı düzeltmek, insanlığın sorunlarına çözüm aramak, daha güzel bir gelecek kurmak gibi bir amaçları olamıyor ne yazık ki…
Kapitalizm, bu hale getirdiği insanlar eliyle; dünyayı hızla, yine insanlar ve benzer koşullarda yaşayan canlılar için yaşanmaz hale getiriyor.
Bu arada yine insanlar; küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda devletler, medya, istihbarat örgütleri, terör örgütleri tarafından daha kolay yönlendirilebilir hale gelebiliyor..
Bir de “derya içinde olup bu deryanın farkında olan” insanlar var. Onlar “Başka bir dünya mümkün” diyerek tüm bu olanlara direniyor. Dünyayı, sömürüsüz, daha güzel, daha yaşanır, daha kardeşçe bir hale getirmek için rahatlarını bozuyorlar. Yoksulluğa, yoksunluğa yol açan koşullara bayrak açıyorlar.
Ve onlar en neşeli, en coşkulu, en genç zamanlarında; bunun için bedenlerinin paramparça olmasını da göze alıyorlar…
Ve biz onları koruyamadık…
Bize bir kez daha gösterdiler canları pahasına: “Başka Bir Dünya Mümkün!”
Büyük bir acıyla…
Anıları önünde saygıyla eğiliyorum…
Dr. Nedim İnce
Altınoluk / 22. 07. 2015
Son yorumlar