“Ödülümü Türkiye’de son bir yılda hayatını kaybeden gençlere adıyorum”
Nuri Bilge Ceylan aldığı ödüllerin sonuncusu olan Altın Palmiye’nin töreninde podyumdan böyle sesleniyordu dünyaya.
Kasabasının ilk üniversiteyi bitirmiş, ziraat mühendisi olmuş bir babanın oğlu olarak İstanbul’da hayata merhaba diyor. Babasının idealizmi; “bildiklerimi kasabamda uygulayacağım” 2 yaşından itibaren 8 yıl kasabasında ömür sürmesine yol açıyor: Çanakkale’nin Yenice kasabasında…
Kırsalda, kuralları, geleneklerin sınırları geçirgenlikten uzak bir ortamda, babasının bu durumla yaşadığı çatışmaları gözleyerek geçiriyor ilk çocukluğunu ve gözlem becerisini geliştirerek…
10 yaşında döndüğü İstanbul’da babasının tayin yaptıramaması nedeniyle onun otoritesinden uzak, büyük kentin göreceli özgürlüğünü doyasıya yaşamaya başlıyor.
Babası okuyarak hayatının kaderini eline almıştı, o da öyle yapacaktı; ortaokul, lise derken Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Mühendisliğini kazandı. Bitirdi de. Orada çocukluğu çağırdı kendisini; kişiliğinin içinde geliştiği kasabanın doğasının çağrısıydı bu. Dağcılık ve Mağaracılık Kulübüne katıldı. 16 yaşından bu yana gittikçe büyük bir tutkuya dönüşen fotoğrafçılığını burada daha da geliştirme fırsatı buldu.
Toplumun kendisin biçtiği rollerle kendisinin üstlenmek istedikleri arasındaki fark kendi deyimiyle gittikçe büyüyen bir “suçluluk” duygusuna yol açtı o da genişleyen bir boşluk ve dayanılması zor bir anlamsızlık hissine.
Kaçtı. Londra’ya.
Batı uygarlığını, düşünce sistemini, yaşam biçimini temsil eden bu dünya kentinde bulaşıkçılık yaparak, o zamana kadar kendine dikilen elbiseye isyan; market hırsızlığına girişerek ve tabii ki fotoğraf çekmeye devam ederek boşluğu doldurma gayreti boşa çıkıyor.
Batıda umduğunu bulamayınca yönünü doğuya çeviriyor: Himalayalar.
Yüzlerce kilometre yol yürüyor, binlerce kare fotoğraf çekiyor ama hayatın anlamı bir türlü kapısını çalmıyor.
Ve ülkesini özlüyor.
Ondan uzak gerek batı, gerekse doğu kültürü ve düşünce tarzında aradığı hayatı anlamlandırma yolculuğu yine, her ikisini harmanlayan yurduna çıkıyor.
Yaratıcılığı büyük ölçüde körelten toplumun dar elbisesinden büyük ölçüde kurtulmuş, doğu ve batı kültürlerini doruk yerlerinde yaşamış, fotoğrafçılık nedeniyle zengin bir gözlem nesnesi ve becerisi geliştirmiş, içsel yolculuğunda kendiyle ve dünya ile olan sorunlarını nasıl çözeceğine dair bir fikir edinmiş ve de mühendislik eğitiminin kazandırdığı analitik düşünceyle bunu harmanlamış olarak artık hazırdır.
Hayatı anlamlandırmaya ve içindeki boşluğu usul usul doldurmaya.
İlk filmi en kısa ve en sancılı olanıdır: Koza
Ardından kasabasını çeker kendi kasabasında ve annesi, babası, kuzenidir oyuncuları: Bu kadar doğal bir ortamda bu kadar doğal bir film; adeta belgesel.
Nuri Ceylan Bilge’nin yeteneği insanların doğallığa özlemi ile birleşince yağmur gibi ödüller gelir.
Ve ardı sıra kendini ifade etme, hayatı anlamlandırma, bir eksiğini giderme kaygısından başka derdi olmayan, doğallığından bir şey yitirmeyen filmler sökün eder.
Ve de peşinden birçok ödülü sürükleyerek: Mayıs Sıkıntısı, Uzak, iklimler, Üç Maymun, Bir Zamanlar Anadolu…
Ve Kış Uykusu
Yazıma esin kaynağı olan, Güldal Kızıldemir’in 1997 yılında Radikal 2’de yaptığı söyleşideki Nuri Ceylan Bilge’nin sözleriyle bitireyim.
“Anlamsızlık derdinizi aştınız mı bu filmi (Kasaba) yapınca peki?
Aslında anlamsızlık ve melankoli gibi durumlar, sadece aşkın bir değer içinde eritilebiliyor. Sanat da bu değerlerden biri. Nevrotik duygular diyebileceğimiz şeyleri, yani insan farklılıkları ancak böyle aşkın bir değer içinde eritilebiliyor. Zannediyorum sanat çok iyi geldi bu tarafıma, melankolik yapıma. Bir terapi etkisi gösterdi.”
Dr. Nedim İnce
Mersin / 27. 05. 2014
Son yorumlar