Bir gün bir dostum bana “ Nedim, ne çok geziyorsun!” dedi. Durup düşündüm, gerçekten dediği gibi miydi? Sanırım hayır.
Ancak galiba bu algının kaynağını biliyorum: gittiğim yerlerle ilgili bir güzelliği dostlarımla paylaşmayı seviyorum. Araç olarak gerek SMS’i gerekse yazıları kullanıyorum. Bu yazı da böyle bir şey olacak ve sanırım benzer algıları beslemeyi sürdürecek.
Yılbaşından birkaç gün önce birlikte olmaktan son derece mutlu olduğumuz bir gurup arkadaşımızla birlikte katıldığımız yurt dışı turunun rotası Portekiz’di. Yeni yılı Avrupa Birliği’nin en “yoksul” ülkelerinden birinde geçirmek üzere yola çıktık.
Uçağımız, beyaz bulut kümelerinin içinden geçip alçaldıkça Lizbon gözümüzün önüne serildi yaklaşık 5 saatlik uçuşun ardından. Portekizlilerin Lisboa dediği kent Tagus nehrinin Atlas Okyanusuna döküldüğü oldukça geniş bir haliçin kenarına kurulmuş. Öyle ki yukarıdan baktığımda ırmak nerede bitiyor, deniz nerede başlıyor kestiremedim. 3 bin yıldan da uzunca bir süredir ülkenin en önemli ve zengin kentlerinden biri olmasını bu coğrafi yapının sağladığı güvenli limana bağlı olduğunu söylemek mümkün.
Lizbon’un 1551 ve 1755 yıllarında büyük depremlerle yerle bir olduğunu tarihten biliyordum. Yine de tarihi bir kent görünümü beklerken kuşbaşı seyirde; dağınık sayılabilecek ve yeni apartman bloklarından oluşan manzara beni şaşırtmadı dersem yalan olur.
Havaalanından çıktığımızda kısa süreli bir yağmur biz hoş geldin dedi. Otobüs ile daha sonra dönmek üzere Porto’ya doğru yola çıktık. Ve güzergahımızı Fatima Kenti üzerinden geçirerek, gerek Portekiz’in gerekse Hıristiyan alemin önemli bu bir dini merkezi olan bu kenti ziyaret ettik. 20. yüzyıl başında 3 çoban çocuğun gökten inen melekle karşılaştıklarına inanılan bölgede yapılan şapel, katedral ve kiliseleri gezdik ve bu mistik atmosferin havasını soluduk.
Porto ülkenin ikinci büyük kenti ve o da tüm tarihi kentler gibi büyük bir ırmağın kenarında kurulmuş. Doura nehrinin sarp yamaçlarının iki yanına ve okyanus kıyısına yayılan şehirde korunan eski yapılarla, yenilerini yan yana görmek mümkün. Artık bir semti haline gelmiş eski bir balıkçı köyünde yediğimiz balık Mersin’in Lagos’u kadar olmasa da güzeldi. Kentin markası olan Porto şarapları ile bir başka güzel oldu.
Tarihi tren istasyon binası, Sao Francisco Kilisesi, Clerigos Kulesi görülmeye değer yerlerdi. Nehirde kısa bir tekne turu yapmak okyanustan gelen taze havayı ciğerlere doldurmak içinde biri bir…
Porto’ya gidip de nehir kıyısındaki yüzlerce şarap mahzenlerinden birine uğramamak olmazdı; şarabın yıllandırıldığı dev fıçılar arasında dolaşırken öyküsünü öğrenmek, ardından tadına bakmak keyifliydi ve ardından tarihi Majestik Kafe’de nefis bir kahve içmek…
Lizbon’a dönüş yolunda bizi muhteşem bir manastır ve katedral bekliyordu: Batalha. Asırlarca dünyanın birçok yöresini sömürmüş Portekiz’in bu parayı nereye harcadığını gösteriyordu bize. Tipik bir ortaçağ kasabası görmek isterseniz Obidos’a uğramalısınız. Bir ovanın ortasındaki tepeciğe kurulan bu kent surları ve evleri ile sapasağlam bir şeklide karşıladı bizi bir açık hava müzesi tadında. Artık sadece bir turizm merkezi konumunda; dükkanları, kafeleri, restoranları, butik otelleri ve bir de meşhur “Ginjinha” adlı vişne likörü ile…
Lizbon’a bu sefer karadan tekrar merhaba dedik. Atlas Okyanusu’nu gözleyen Belem Kulesi hemen yakınındaki insanı büyüleyen ve yapımı 100 yıl süren Jeronimos Manastırı ve ardından Kaşifler Anıtı ilk uğradığımız yerler oldu ve tabii ki bir de Belem Pastanesi; kendi adı ile marka olmuş Belem tatlısı muhteşemdi. Her gün 20 bin adet satıyormuş bu tatlıdan ve kalabalığı görünce bu rakamın doğru olduğuna kuşkunuz kalmıyor.
1755 depreminde neredeyse tamamen yıkılan, 60- 90 bin arası insana mezar olan Lizbon, Marquês de Pombal’ın planlarınagöre yeniden inşa edilmiş ve modern binaların yer aldığı semtlerle kuşatılmış ki uçaktan burayı neden göremediğimi bir nebze açıklıyor, tarihi kent merkezinin bu yapısı günümüze kadar titizlikle korunmuş. Sokaklarında gezerken zamanda yolculuk yapıyormuş hissini yaşatıyor size. Bir birine çok yakın ve her şeyiyle yaşayan, yaşama katılan meydanların varlığı ise bu yolculuğu daha da kolaylaştırıyor. Ve de anlıyorum ki ne kadar çok yaşayan, yaşama katılan meydan o kadar keyifli kent…Yılbaşının yüz binlerce kişiyle hep birlikte kutlandığı, hayranlık uyandıran havai fişek gösterileri altında yeni yıla merhaba denildiği en büyük meydanı bu kanımı daha da güçlendirdi.
Lizbon denince ilk akla gelen şeylerden biri tabii ki Fado. Ve çok kaliteli mekanlarda bunun harika örneklerini dinlemek mümkün nefis Portekiz şarapları eşliğinde.
Buralara kadar gelip de Sintra’da bir tepedeki Pena Sarayı’nı görmeden ve onunla okyanusu seyretmeden, Avrupa’nın en batıdaki burnu Cabo do Roca’yı ziyaret etmeden geri dönmek olmazdı; biz de öyle yaptık.
Avrupa Birliği’nin en “yoksul” ülkelerinden biri denmişti Portekiz; gezi sonuna doğru hani ülkemiz de böyle “yoksul” olsa diyesigeldi insanın görüp yaşadıklarımdan sonra…
5 günlük çok keyifli bir gezinin sonunda kuş gibi uçarak ülkemizin topraklarına konduk. Bu süreci harika kılan sadece gördüklerimiz değildi kuşkusuz; gurubun bir birine saygısı ve sevgisi önemli bir katkı sunarken buna; AYF-TUR’un kusursuz sayılabilecek organizasyonun, bizzat geziye katılan tur sahiplerinden sevgili Funda Altundamla ile rehberimiz, Lizbon damadı, sevgili Hüseyin Yılmaz’ın emeklerinin hakkını da vermek gerekiyor.
Kocaman bir teşekkür ediyorum tüm gezi arkadaşlarıma ve bu süreçte emeği geçen bütün insanlara…
Dr. Nedim İnce
04. 01. 2013 / Mersin
Son yorumlar