Uzun süredir kentleşmenin insan doğasına aykırı olduğunu düşünmekteydim. Ancak son zamanlarda bu düşüncemin kentleşmeden değil son yıllardaki kentleşme anlayışından kaynaklandığı duygusunu yaşamaya başladım.
Eski kentlere bakıldığında yapıların inşasında insanların gereksinimlerinin temel alındığını görebiliyoruz. Sokakların sadece ulaştıran yerler olmadığını, kamusal hayatın can bulduğu yerler olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Mahallelerdeki yapılaşma ortak yaşamı öncellediği gibi her ‘renkten’ insanı barındıran mekânlar olarak göze çarpmaktadır.
İnsanlar sokakta yaşamakta, komşusunu tanımak bir yana sokağından geçen, mahallesine uğrayan insanlarla iletişime geçmeye istekli olmakta, yalnızlığını giderecek birçok fırsat bulmaktadır.
2. Dünya savaşından sonra taş üstünde taş kalmayan kentlerde başlayan çok katlı, çok bloklu inşaat furyası insanları bir an önce ve makul fiyata eve kavuşturmanın gereksiniminden doğmuş, daha sonra bu akım dünyanın birçok büyük şehrine sirayet etmiştir.
Bu akımın önemli temsilcisi olan ve mimarı Minoru Yamazaki’ye o yıllarda birçok ödül kazandıran ABD’nin St. Louis şehrinde 1950’ li yıllarda inşası tamamlanan proje; otomobil ve yaya yollarının birbirlerinden düzgün bir şekilde ayrıldığı, 11 katlı onlarca konut bloklar ve aralarındaki geniş yeşil açık alanlardan oluşmaktaydı. Tamamlandıktan sadece 20 yıl sonra dinamitle yerle bir edildi insan sıcaklığını sürdüremediği için.
Mutlu Kent bloğundaki bir yazıdan Jane Jacobs’un 1961 senesinde, “Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı” kitabında insan ve mahalle ölçeğini yok eden yık-yap dönüşüm modelini sert bir şekilde eleştirdiğini öğreniyoruz. Jane Jacobs, çözüm olarak varolanı, yani ‘karma kullanımlı yaşam alanları, canlı sokak hayatı; kısa, yaya dostu yapı adaları; farklı yaş ve fiziki durumdaki binaların bir arada bulunması; ve kentsel yoğunluk’ önerdiğini görmekteyiz.
Diğer yandan dünyanın birçok yerinde kentin büyümesi ile merkezileşen ve değer kazanan bölgelerin soylulaştırma kavramı ile dile getirilen bir şekilde yıkılıp yerine yeni modern binalara yapıldığını, o bölgede yaşayanların alanlarını terk ettirme pahasına, biliyoruz. Bizde kentsel dönüşüm adı altında yaşam geçirilen Sulukule, Tarlabaşı yıkım ve yeniden yapım projeleri en yakın örneklerdendir.
Anadolu’nun birçok kentinde, kasabasında onlara tepeden bakan bir kıyısında bazen biraz uzağında birçok yüksek bloklardan oluşmuş yapılar görürsünüz ve hemen bunun TOKİ blokları olduğunu anlarsınız: şimdiden oturanlarına yaşattığı birçok sıkıntıyı gazetelerden okuduğunuz, televizyondan takip ettiğiniz…
Kentsel dönüşümün vaat ettiği kent rantı sermayenin iştahını kabartmış ve şehirlerin bazı gereksinimleri depreme karşı önlem sosu ile karıştırılarak yaygın bir projeye dönüştürülmüştür.
Kentsel dönüşüme aylar içinde yükselen toplumsal muhalefeti etkisizleştirmek için yakın bir geçmişte, başbakan Sn. Recep Tayip Erdoğan tarafından naklen ve eşzamanlı çok merkezli yıkımla projenin hayata geçirilmesine başlanmıştır. Çok merkezlilikle muhalefetin gücünü toplaması engellenirken, naklen yayınla şenlik havası verilerek yapılanın iyi bir şey olduğu algısı kitlelere yerleştirilmek istenmiştir.
1950’li yıllarda dünyanın birçok mimarlık ödülünü kazanan projenin 20 sene sonra yıkılmasından yola çıkarak; gerçekleştirilmeye başlanan kentsel dönüşümün kısa zamanda sermaye birikimine katkıda bulunacağını, birçok insanı zengin edeceğini ama orta ve uzun vadede yıkıma mahkûm olacağını söylemek mümkün: ardından mutsuz insanlar, boşuna harcanan paralar bırakarak…
Dr. Nedim İnce
Mersin / 09. 10. 2012
Son yorumlar