“İnsan hayata iki şey yaparken anlam yükler. Biri ağlarken, öteki gülerken. Ve de bir tek kere kıymet bilir, sahip olduğunu kaybederken.” Dostoyevski
İnsanı diğer canlılardan ayıran şeylerden birinin yaşamını, içgüdülerine ek olarak ekonomik, sosyal ve kültürel bir çerçevede sürdürdüğüdür. O kadar ki içgüdüleri sosyokültürel yapı tarafından baskılanarak bilinç dışına sürülmüş ve insan davranışlarını anlamak, anlamlandırmak daha da karmaşık hale gelmiştir.
İnsanın yüzbinlerce yıl sürmüş adeta içgüdü haline gelmiş küçük gruplar halinde hayatı sürdürme ve sosyalleşme yaşantıları, gelişen bilgi ve teknolojinin büyüttüğü ekonomik faaliyetlerin zorunlu sonucu kalabalık kentlerde, kalabalıklar içinde eriyip gitmiştir.
Felsefe yapabilecek bir zihin kapasitesine ulaştığından bu yana insanın yaşamının içkin bir anlamı olup olmadığı tartışılagelmiştir. Günümüzde bu sorunun yanıtı, büyük ölçüde hayatın kendisinden gelen bir anlamı olmadığı, insanın buna anlam kattığı; o kadar ki insanlık tarihinin önemli bir kısmının bundan müteşekkil olduğu şeklinde verilmektedir.
Küçük topluluklar halinde yaşayan insanların mekânsal ve sosyal alan yeterliliği, yaşayabilmek için sürekli bir şeyler yapma zorunluluğu, hayatın anlamını sorgulama ihtiyacını azaltır hatta kendiliğinden anlamlandırırken; günümüzdeki kalabalık ve karmaşık dünyada paradoksal olarak yalnızlaşan, kendine ve hayata yabancılaşan insanda yakıcı bir soru haline gelmiştir.
Çağımızda bu konuda yazılanların, çizilenlerin, söylenenlerin çokluğu ve çeşitliliği sorunun yanıtının ne kadar çok ve farklı olabileceğini göstermektedir.
Hayatın anlamlandırılması sorusunun yanıtları arasında iş önemli bir yer tutmaktadır. Dr. Susan David, yazdığı ve dilimize ‘Duygusal Çeviklik (Emotional Agility)’ adıyla çevrilen kitabında buna güzel bir örnek vermektedir:
“Viyana’nın biraz aşağısında Marienthal adında, yeşil tepelerle çevrili düzenli caddeleri olan güzel, şirin bir kent bulunuyor. 1830′ da oraya bir pamuk ipliği fabrikası inşa edildi ve sonraki yüzyıl boyunca bölgenin en önemli işvereni bu fabrika oldu. 1930’daki Büyük Buhran sırasında çalışanların dörtte üçü işsiz kaldı.
Ama fabrika kapandıktan kısa bir süre sonra Avusturya işsizlik sigortasını bütün çalışanlar için zorunlu hale getirdi. Bu sigorta Marienthallıların kaybettikleri maaşların büyük bir kısmını karşılayacaktı ama bir koşul vardı. İşsiz kalan isçilerin bu desteği hak etmek için herhangi bir maaşlı işte çalışmaları yasaktı.
1930′ dan 1933’e kadar Graz Üniversitesinden bazı araştırmacılar yerel halkta bazı çarpıcı değişimler gözlemledi. Zaman içinde bütün kasaba uyuşuk hale gelmişti. Yürüyenler yürümüyordu. Şekerleme yapmak birincil aktivite haline gelmişti. Erkekler saat takmayı bırakmıştı çünkü zaman artık önemli değildi. Kadınlar kocalarının gidecek bir yerleri olmasa bile akşam yemeğine geç kaldığından şikâyet ediyorlardı.
Kasabalılar yeni buldukları boş zamanları okumak, resim yapmak ya da diğer sanatsal veya entelektüel çabalar için değerlendirmiyorlardı. Hatta üç yıllık çalışma boyunca yerel kütüphanenin dışarıya verdiği kitap sayısında %50 azalma olmuştu. Marienthal halkının çalışamıyor olması, motivasyonlarını hiçbir şeye ilgileri kalmayacak şekilde bozmuştu.
Son tahlilde denilebilir ki, iş sadece bir ekmek parası olmaktan daha fazlasıdır. İşimiz bize kimlik ve amaç hissi verebilir. Aynı zamanda diğer aktiviteleri ve ilgimizi etrafında organize edebileceğimiz bir çerçeve oluşturur. İşin zihinsel sağlık üzerinde de büyük faydaları vardır. Emekli olan insanlar işlerinin yerine yeni aktiviteler koymadıkları takdirde hızlı bir bilişsel çöküş yaşama riski altındadır.”
Bilim insanı John B. Calhoun, yaşamak için çaba göstermeyi gerektirmeyecek olumlu ortamlarda kalabalık ve rol yitiminin birey ve toplumları nasıl etkileyeceğini merak etmiş ve yanıt için de fareler üzerinde deneyler yapmıştır.
En çok bilineni 1972 yılında gerçekleştirdiği ‘Üniverse 25’ deneyidir. Deneyde farelere dış tehlikelerden uzak, konforlu barınma ortamı sağlamış, yiyecek ve su gereksinimlerini fazlasıyla karşılamıştır.
Deney sonucunda davranışlarının insanlara benzediğini düşündüğü farelerin herhangi bir amaç, baskı veya gerilim olmadığında tüm odaklanma güçlerini, hedeflerini ve kimliklerini kaybettiklerini gözlüyor. Sosyal rolleri kalmadığından ve kaynaklar da sınırsız olduğundan yeme içime ve uyuma dışında başka bir aktivitede bulunmadıklarını, çiftleşmeyi bile bıraktıklarından zamanla hepsinin yaşlanarak öldüğünü tespit ediyor (deneyin ayrıntıları internet sitelerinden okuyabilirsiniz).
J. G. Ballard 1994 yılında ‘Kokain Geceleri (Cocaine Nights)’ romanını kaleme alıyor. Romanın mekanı İspanya’nın Akdeniz kıyısında yer alan Estrella de Mar’dır. Sıra sıra son derece lüks, güvenlikli tatil siteleri vardır bu bölgede ve hemen hepsinde de artık emekli olmuş, parasal kaygısı olmayan, hayatla derdi kalmamış zengin İngilizler yaşamaktadır. Yazar bu insanların nasıl ölmeden ölü bir hayat yaşadıklarını ve güvenlikleri tehlikeye atılarak yaşama nasıl geri getirildiklerini edebi ve bir o kadar da akıcı bir dille anlatmakta ve sanatın gücünü kullanarak onlarca bilimsel kitabın yapabileceğini bir romanda gerçekleştirmektedir.
Bir gözlem, bir deney ve bir roman hepsi aynı ortak noktada birleşmektedir: Konformizm, amaçsızlık uyuşturur, beyni, ruhu boşaltır, koflaştırır.
Hayata biz anlam katıyoruz; düşünerek, bir amaç doğrultusunda eyleyerek, çalışarak, üreterek, değiştirerek, direnerek, dayanışarak, paylaşarak, dost biriktirerek, dans ederek…
Duran cisim olmayı ret edip harekete geçerek…
Nedim İnce
Altınoluk / 24. 08. 2021
Son Yorumlar